Bir Felsefe Âşığıyla Candan Bir Söyleşi
Arslan Kaynardağ, Türkiye’de felsefenin kurumlaşmasında büyük emeği geçen felsefecilerimizden, araştırmacı ve yazar. Felsefe ve Türk düşünce tarihi konusunda yazıları var. Onun 4 Haziran 2002 yılında kutlanan Harran Dünya Felsefe Günü etkinliklerinde onur konuğu olduğunu, Haziran ayı sayımızda da belirtmiştik. Yine bu yılın Şubat ayında, Felsefe Kurumunun, Türkiye’de Felsefe Eğitimi başlığıyla Antalya’da düzenlediği liselerarası seminer de Kaynardağ’ın adına armağan edilmişti.
Zuhal Köseoğlu – Sayın hocam, söyleşimize yaşamöykünüzle ilgili sorular sorarak başlamak istiyorum.
Arslan Kaynardağ – 1923 yılında Yemen’in başkenti Sana şehrinde doğmuşum. Babam, Birinci Dünya Savaşı’nda orada komutan olarak görevliydi. Osmanlı Devleti son günlerini yaşıyordu. Tam da benim doğduğum gün Lozan Barışı’nın imzalandığı haberi gelmiş ve Osmanlı Devleti son bulmuş. Savaş yıllarında yurda dönemeyen Türk aileleri bu anlaşma üzerine dönüşe başlamışlar. Biz de yola çıkarak annemin memleketi Adana’ya gelmişiz.
Z.K. – Sizinle sohbetlerimizden biliyorum ki babanızın etkisi üzerinizde çok fazla. Onunla ilgili anlatacaklarınızı okurlarımızla da paylaşır mısınız?
A.K. – Babam Atatürk kuşağından bir askerdi. Subaylık yılları Suriye, Yemen gibi yerlerde görevli olarak geçmiştir. Kültürlü, bilgili bir insandı. Fransızca biliyordu. Savaş yıllarına karşın, okumayı ihmal etmediği anlaşılıyor. Ondan bana epeyce kitap kaldı. Yazı yazma yeteneği vardı. Adana’da bir gazetedeki kimi yazılarından dolayı birkaç gazeteci ile birlikte mahkemeye çıkarılıyor ve Kastamonu’ya sürülmesine karar veriliyor. Böylece annem, kardeşim ve ben, yani bütün aile oraya gitmek zorunda kalıyoruz. Sonunda bu sevimli Anadolu kendine ben dört yaşındayken yerleşiyoruz.
Z.K. – İlkokula Kastamonu’da başladınız sanırım.
A.K. – Evet, lise dâhil burada okudum. Babamla ilgili bir şey daha söylemek isterim: Yukarıda sözünü ettiğim mahkeme olayına karşın, babam, Atatürk’ü, devrimlerini, özellikle laikliği her zaman desteklemiştir. Yazı devrimi yapılınca birçok kimseye yeni yazıyı öğretti. Bana ve kardeşime karşı davranışları bir öğretmenin davranışlarına benzerdi. Dünyadaki ilerlemenin, toplumdaki değişmenin bilincindeydi. Kendisinden çok şey öğrendim. Şimdi düşünüyorum da tarih, edebiyat, hatta felsefe bilgisinin hiç de az olmadığını anlıyorum.
Z.K. – Felsefeye ilginiz nasıl başladı? Babanızın, bu alana yönelmenizde etkisi olduğu düşünülebilir mi?
A.K. – Etkisi herhalde olmuştur. Yalnız izin verirsen, bu konuya geçmeden önce lisedeki öğrenim günlerimden genel bir kesit sunayım. Liseyi parasız yatılı olarak okudum Bu hakkı, girdiğim sınavda elde etmiştim. Bu yıllarımızda yeni bir Türkiye kuruluyor, yeni bir toplum bilinci oluşuyordu. Eğitime olağanüstü önem veriliyor; öğretmene, bilim adamına, kültür adamına saygı gösteriliyordu. Lisemizin ve halkevinin kitaplığı zengin sayılırdı. Türkiye’deki ve dünyadaki bilim ve kültür adamlarının çalışmalarını, onlardan yapılan çevirileri izlemeye can atardık. Dil öğrenmeye meraklıydım. Bu arada bilimin yanında felsefeye de sevgi beslemeye başladım. Ve lise yıllarım 1941’de sona erdi. Üç yıl önce Atatürk’ü kaybetmiştik. Bu olayın genç kalplerimizde ve beyinlerimizdeki etkisi büyük oldu. Çok geçmeden İkinci Dünya Savaşı başladı. Savaşa girmemiştik ama her gün yeni sorunlarla, açıklanması gereken yeni olaylarla karşılaşıyorduk. Toplumdaki kimi aksaklıklar göze batar olmuştu.
Z.K. – Bu panoramaya göre, üniversite tercihinizi nasıl yaptığınızı merak ediyorum.
A.K. – Ailem dar gelirliydi. Babamın sağlık durumu bozulmuştu. Ama ben yükseköğrenim yapmakta kesin kararlıydım. Fizik, kimya, biyoloji ve matematik derslerim çok iyiydi. Tıp doktorluğu değer verdiğim bir meslekti, bu yüzden önce Tıp Fakültesine gitmek istedim. Aksilikler yüzünden bu fakültede parasız yatılı okumayabilme olanağını elde edemedim. Sonra bir grup genç arkadaşla birlikte İstanbul’a geldik. İyi bir öğrenci yurdunda yer buldum. Biraz da arkadaşların etkisiyle, önce Güzel Sanatlar Akademisinin Mimarlık Bölümüne sınavla girdim. Hiç de fena bir okul değildi. Ne var ki, daha bir yılı doldurmada, masraflı bir okul olduğunu anladım. Bunun altından kalkamazdım. Üstelik kimsenin kimseye yardım edecek hali yoktu. Orayı bıraktım ve bir gazetede iş buldum.
Z.K. – Böylece gazeteciliğe, bir yandan da yazarlığa başladığınızı söyleyebilir miyiz?
A.K. – Bir bakıma öyle. Dönemin tanınmış gazetesi Vakit’te, ona bağlı olarak akşamları yayınlanan Son Saat’te muhabir olarak çalışmaya başladım. İşler fena gitmiyordu. Fırsat buldukça, çeşitli fakülteleri, özellikle Edebiyat Fakültesini ve onun Felsefe Bölümünü tanımaya çalışıyor, kimi derslere girip hocaları dinliyordum. Bu sırada babamın sağlığının iyice bozulduğunu öğrenerek Kastamonu’ya gitmek zorunda kaldım ve babamı kaybettik. Bütün aile için yeni kararlar vermek gerekiyordu. İstanbul’a gelerek buraya yerleşmenin en iyisi olacağını düşündük. Gireceğim fakülte konusunda da son kararımı vermiştim; Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne kaydımı yaptırdım.
Z.K. – Felsefe tercihi sadece koşulların bir dayatması mıydı?
A.K. – Yukarıda biraz değinmiştim, yurtta ve dünyada her an yeni sorunlar ortaya çıkıyor, insanlık güç günler geçiriyordu. Ne var ki, bunlar gerektiği gibi sorgulanıp açıklanmıyordu. Gelişigüzel bilgiler, açıklamalar yetmiyordu. Sorunlar dünden bugüne birikerek gelmişlerdi. Böyle olunca onların felsefî ve tarihsel boyutunu da öğrenmek iyi olacak diye düşündüm. Felsefe Bölümünde iyi hocalar vardı. Almanya’daki kürsüsünü bırakarak Türkiye’ye sığınan ünlü Prof. von Aster burada ders veriyordu. Macit Gökberk gibi doktora yaparak yurda yeni dönmüş hocalarımız vardı. Daha sonra, Almanya’dan yeni gelen V. Kranz ve Takiyettin Mengüşoğlu da hocam oldu. İslam ve Türk düşüncesi konusunda derslere giren aynı zamanda Sosyoloji Kürsüsü Başkanı olan Hilmi Ziya Ülken de değerli bir hocaydı.
Z.K. – Üniversiteyi bitirip, sıra meslek seçimine gelince nasıl hareket ettiniz?
A.K. – 1948’de filozof Spinoza konusunda hazırladığım lisans tezi ile üniversiteyi bitirdim. Tez danışmanım Prof. Dr. Macit Gökberk’ti. Meslek seçmeye gelince: ben daha fakültede öğrenciyken gezici kitapçılık yapıyordum. Yazlıklara, yakın çevrelerde yerlere kitap sererek satardım. Üniversite bitince kitapçılığı geliştirmek, dükkân açmak istedim, ama sermaye gerekiyordu.
Lise öğretmenliği için Bakanlığa başvurdum, boş kadro bulunmadığını söylediler. Askerliğimi yaptıktan sonra Beyazıt’ta Sahaflar Çarşısı’nda bir kitapçının yanında iş buldum, yıl 1953 olmalı. İki yıl kadar çalıştığım bu yerde kitapçılık mesleği ve tarihi ile ilgili çok şey öğrendim. Değerli bilim ve kültür adamlarını tanıdım. Sonra oradan ayrılmak zorunda kaldım. Yine işsiz kalmıştım ama sevdiğim bu çarşıyı bırakmadım. İşimi orada yerlere kitap sererek sürdürdüm. Eksik olmasınlar, dostlar kitap vererek yardım ettiler. Sonunda yine dostların yardımıyla çarşıda kendi kitabevimi açabildim, yıl 1957’ydi. Böylece senin de bildiğin gibi Elif Kitabevi’nde bu öykü devam etti.
Z.K. – Hocam, kitabı ve kitapçılığı her zaman sevmiş olduğunuzu biliyorum. Üniversiteye, üniversite çevresine, İstanbul’daki eski kitaplıklara yakın bir yerde bu işe başlarken ne gibi duygu ve düşünceler içindeydiniz?
A.K. – Çok sevinçliydim. Üniversite çevresinden, kitapseverlerden ayrılmamak, eğitim ve kültür etkinlikleriyle sürekli ilişkide bulunmamı sağladı. Daha önemlisi, felsefe bölümündeki öğretim üyeleriyle, oradaki öğrencilerle rahat ilişki kurabiliyordum. Kitabevimi bir çeşit okul, bir kulüp haline getirdiğimi söyleyebilirim. İlkokul öğrencilerinden doktora yapanlara kadar çok kimseye yardım ettim.
(Doğrusu, hocam bunları söylerken yıllar öncesinde iki kez, birkaç saatliğine de olsa bu okulun öğrencisi olduğumu hatırladığımda az şey öğrenmediğimi düşünüyorum.)
Z.K. – Kitap da yayınladınız. Kimileri kendi kitaplarınız. Örneğin, Felsefecilerle Söyleşiler adlı kitabınız bir başvuru kaynağı konumunda. Bu kitabı hazırlama düşüncesi nasıl oluştu?
A.K. – Kitabevimi açtıktan sonra dergi ve gazetelerde daha sık yazmaya başlamıştım. Çalışmalarımda, Türk felsefesine, Türk düşüncesine dünüyle bugünüyle özel bir yer ayırmayı düşündüm. Bölümdeki öğretim üyeleri ya hocalarım ya da arkadaşlarımdı. Kendileriyle bir dizi söyleşi yapmayı planladım. O sırada Yazko Felsefe dergisi çıkıyordu. İlk söyleşiyi hocam Macit Gökberk’le yaptım, yine o dergide yayınlandı. İlgi çekti söyleşiler. Sekiz tane olunca 1986’da fotoğraf ve kaynakça ekleyerek dediğin kitabı yayımladım.
Z.K. – Hocalarınızla ilgili başka çalışmalarınız oldu mu? Aktarmak istediğiniz anılar da olmalı.
A.K. –1991 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesinin aydınlanmacı kültür adamlarımız için düzenlediği toplantılarda Macit Gökberk konusunda konuşmuştum. 1994’te yine Gökberk’le TRT’de bir televizyon söyleşisi yaptım. Felsefe Kurumunun İstanbul Komitesi yetkilisi olarak Hilmi Ziya Ülken, Takiyettin Mengüşoğlu gibi hocalarımız adına seminerler düzenlenmesini sağladım. Hepsini zevkle hatırladığım bu gibi çalışmalar ve anılarım var.
Z.K. – Felsefe Kurumunda ne gibi çalışmalarda bulunduğunuzu öğrenebilir miyiz?
A.K. – 1977 yılından beri Kuruma üyeyim. O zaman bütün etkinlikleri Ankara’da toplanmış gibiydi. İstanbul’daki felsefecilerin bunlara katılması ve izlemesi, hatta haber alması kolay olmuyordu. Başkan Prof. Dr. Kuçuradi’ye kimi etkinlikler İstanbul’da yapılamaz mı, diye sordum. Çok geçmeden, Kuruma bağlı İstanbul Komitesinin oluşturulmasına karar verildi. Komitede ben başta olmak üzere, Betül Çotuksöken, Tüten Anğ, Niyazi Öktem gibi felsefeciler görev aldık ve İstanbul etkinlikleri başladı. Örneğin burada her yıl bir seminer düzenleniyor, benim seçtiğim konular ele alınıyordu. Seminerler bir gelenek oluşturdu, aksamadan bu yıla kadar geldi. Kurumun Ankara’da yayımladığı aylık bültenin her sayısına eski ve yeni felsefe kitapları konusunda yazı yazdım. İki kitabım, seminerlere sunduğum bildiriler, kurum yayınları arasında çıktı. Harran’da birincisi yapılan Dünya Felsefe Günü düşüncesini kurumda ben ortaya attım. Başkan Kuçuradi bunu daha sonra bir öneri olarak UNESCO’ya götürdü. Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan (27 Nisan 2002) Birinci Dünya Felsefe Günü başlıklı yazımda konuyu yeterince açıklamıştım.
FELSEFENİN İŞLEVİ
Z.K. – Hocam, sizce felsefenin insan ve toplum yaşamında ne gibi bir işlevi vardır?
A.K. – Onun işlevi olduğu gibi etkisi de vardır. Çok geniş bir konu. Kısaca şunları söyleyebilirim:
Felsefe insanı düşünce, bilgi, kültürün önemli yönleri üzerinde bilgilendirip aydınlattığı gibi, kavramları sorgulamayı da öğretir. Bildiğimizi sandığımız kavramların çoğunu bilmediğimiz, felsefe yaparak ortaya çıkar. Nelerin gerçek, nelerin yapay sorun olduğu da felsefe ile daha iyi anlaşılır.
Felsefeci bunu yalnız kendisi yapmaz, başkalarının yapmasına da yardımcı olur. Önemli olan, insanı kişi/özne haline getirmek, nesne olmaktan, sürüleşmekten kurtarmaktır. Ancak, kavramları açıklığa kavuşturmak yetmez; onun karşısında nasıl davranacağımızı bilmek de önemlidir. Davranışlarımızı “etik” belirler ki, o da felsefe demektir. Değerler, etikle soyut olmaktan çıkar, yaşanan somut varlıklar olur. Felsefenin son yıllarda insan hakları, eğitim, çevre koruma gibi alanlara gösterdiği ilgiyi bu söylediğim düşünceler açısından izlemek gerekiyor.
Z.K. – Eğitimin önemine değindiniz. Felsefenin eğitimle ilgisi üzerine biraz daha eğilsek …
A.K. – Eğitimin üzerinde ne kadar durulsa azdır. O, insanın temel haklarından biridir; sözde kalmamalıdır. Şurası çok önemli: Eğitim öğretimle gitmez, onun ötesinde bir şeydir. İnsanı kişi yapma sürecidir. Eğitimle insan oluruz.
Söylediklerim, insancı ve aydınlanmacı felsefe ilkelerinin eğitim uygulamalarındaki önemini gösteriyor. Eğiten ve eğitilen, her türlü doğmadan, gerçekle ilgisi olmayan düşünce kalıplarından, bağnazlıktan uzak olmalı, insan dediğimiz engin varlığın sonsuz olanakları içinde yol alabilmelidir. Ortaçağın kalıntıları önümüze hâlâ tuzak olarak çıkabilir, dikkat etmeliyiz.
Z.K. – Siz bunları söylerken hocanız Macit Gökberk’in sözünü hatırladım, onunla yaptığınız söyleşide geçiyor: Gökberk’in ifadesiyle “insanlığın iki büyük utancı yoksulluk ve bilgisizlik”in nasıl ortadan kaldırılabileceğini soruyorsunuz. Aynı soruyu ben size yöneltsem, yanıtınız ne olur?
A.K. – İnsanlığın eğitimsiz ve yoksul bırakılması suçtur. Bunun ne kadar büyük bir suç olduğu gittikçe daha iyi anlaşılacaktır. Gökberk şöyle diyor: “Açlık, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik, savaş aracı üretme gibi olumsuz şeyler, bir gün gelecek olumlu gelişmelere dönüşecektir. İnsanlar iyi şeyler için birleşmek zorunda kalacaklar, bir dünya devleti kurabileceklerdir.” Aydınlanmacı bir felsefeci böyle düşünür. Benim yanıtım da başka türlü olmayacak. Bu süreci çabuklaştırmak gerekiyor. Bu da eğitimin tam olarak devreye girmesi, insancı sivil toplum örgütlerinin gelişip güç kazanması ve seslerini yükseltmesi ile gerçekleşir. Herşey bilinçlenmeye bağlı.
Z.K. – Türkiye’de felsefenin gelişme sürecini iyi bilenlerden birisiniz. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz, bizdeki felsefenin bugünkü durumu için ne dersiniz? Önemli ve verimli dönemler hangileridir?
A.K. – Türkiye, Batı felsefesiyle, dolayısıyla hümanizm ve aydınlanma düşüncesi ile geç tanıştı. Yalnız felsefede değil bilimde de geciktik. Dinsel dünya görüşünün, dilde Arapça’nın egemenliği altında felsefe yapılamazdı. Cumhuriyet’ten sonra iyi bir gelişme oldu. Bunda 1933 Üniversite Reformunun etkisi büyüktür. Ben 1940’la 1980 arasını en verimli dönem olarak değerlendiriyorum. 1981’de Yüksek Öğretim Kurumu Yasası kabul edilince, bundan, öteki çalışmalar gibi felsefe çalışmaları da zarar gördü.
Yılları gözden geçirirsek, 1974’ten bu yana etkinliğini sürdüren Felsefe Kurumunun düşünce alanımıza getirdiği katkıları görmezlikten gelemeyiz. Şunu da ekleyeyim: Felsefenin üniversitelerimizde gerilemesine karşın, üniversiteler dışında, özellikle felsefeyle ilgili kitapların çevrilip yayımlanmasında bir gelişmeden söz edilebilir.
Z.K. – Hocam, yeni ne gibi çalışmalarınız var? Son günlerde hangi hazırlıklar içindesiniz?
A.K. – Gazete ve dergilerdeki yazılarımı sürdürüyorum. Yeni bir kitabım Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıktı: Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Felsefe. Daha önce yayımlandığı halde kitap haline gelmemiş beş yüzden fazla yazım var. Çoğu felsefeyle ilgili. Onları konularına göre ayırıp kitaplaştırmaya çalışacağım. Felsefe ve kitapçılık konusunda yıllardır günlük yazıyorum, yayımlama fırsatım olmamıştı. Bunların da kitaplaşma zamanı geldi. 2003 Ağustos’unda Türkiye’de toplanacak Dünya Felsefe Kongresi için bildiri hazırlıyorum.
İstediğim bir şey de anılarımı yayımlayabilmektir. Başka tasarılarım da var, hepsini saymıyorum. İnsanın amaçları olması iyi bir şey. Bunların gerçekleşmesi ise kuşkusuz daha sevindirici.
Çalışmamın son noktasını koymadan önce bir akşam saatinde telefonla hocamı arıyorum, sesi son derece neşeli geliyor. “Psikolojim çok iyi. Arada bir moral bozuklukları oluyor ama, o da her gencin başına gelir” deyip, basıyor kahkahayı. Ben de telefonun beriki ucundan.
Beni konuk ettiği evinin kitaplarla kucaklaşmış, herşeyi ile düzen içiren ortamında gözlerimin önüne gelen bu “delikanlıya” görüşmemiz bitince iyi akşamlar diliyorum.
Telefonu kapatırken, zihnimde “yaşamak üretmektir” düşüncesi bayrak açıyor.*
*Bursa’da 30 Eylül 2002’de yapılan bu söyleşi, Bursa Defteri’nin Mart 2023 tarihli sayısında yayımlanmıştır.